31 Ekim 2010 Pazar

KARAMELİZE KABAK DİLİMLERİ



Bazen günlük hayatın yoğunluğundan sıkılıp ufak bi tatlı numaraya ihtiyaç duyarım. Hani şöyle yapması zorca olan bi şeyi bi parmak şıklatmasıyla değil ama daha kolayca yapıversem... Bu kabak tatlısıda öyle bi zamanın ürünü. Belkide başkaları yapmıştır da haberim yoktur, olsun yapması kolay yemesi hoş bi tatlı oldu. Açıkcası pek de yakışıklı olmadı ve üstelikte çok bekletmeyede gelmiyen bi tatlı oldu. Yapıp ılık ılık belki de sıcak sıcak yemelik bi şey.

Bana bu tatlı biraz sokak kedisi gibi geliyor geçerken paçana sürtünen sevimli ama çirkin bi kedi. Aranda derin bi ilişki olmaz ama yinede o an için sen onun sürtünme duygusunu -ya da neyiyse o artık- karşılarsın o da senin günün stresini birazcıkta olsun atmana yardımcı olmuş olur. Sonra bay bay...


Tatlının tarifi diye bi şeyi yok aslında. Yani biraz kabağı 3-4 santim inceliğinde ve 10-15 santim boyunda doğrayıp borcama dizip üzerinede en az yarısı ağırlığında (1 kiloya, 1/2 kilo yani)beyaz toz şeker döküp 200 derece fırına sürüyorsun en fazla 60 dakika sonra hazır. Beyaz toz şeker olacakki kabakların üzerinde karamelize yanıklar olsun, yoksa olmaz. Canın isterse üzerine tahin ve ceviz istemezse ılık ılık tabağa ya da canın ne isterse. Bi de unutmadan bu tatlıdan öyle ballı ballı bi şerbet beklemece yok. Onu beklersek o zaman biraz daha zahmet çekmek gerekiyor. Yani şekeri üzerine döküp 3-5 saat bekletip suyunu bırakması lazım. Ama o da bizim sokak kedisi konseptine uymuyor. Artık evde ne varsa onlama bi süsleme yapılacak anlamına geliyor. Dediğim gibi en iyisi tahin ve ceviz, belki tarçın... Son olarakda bu şeker miktarı az geliyorsa artırı verirsiniz olur biter...

27 Eylül 2010 Pazartesi

KARAMEL ŞEKER

Herhalde 8-10 yaşlarındaydım mahalledeki şekerci imalathanesinin kapı arasından baktığımda. Açıkçası röntgencilik gibi bir şey ama röntlenen lokumlardı... Belki de işin özü gizliden, kimse farketmeden izlemek dışında bir şey değildir. O yaşların temel ihtiyaç maddesi olan şeker, çikolata, tatlı, dondurma filan... Çok acayip bir şey, yani bizim lop lop götürdüğümüz şeyler böyle büyük kazanlarda yapılıyormuş yeğer. Böyle koca koca mermer tezgahlarda bir kaç metrelik şeritler haline getirilip koca makaslarla kesiliyormuş. Çok acayip... Sonra pastaneden alıyorsun ufacık tefecik bi şeyler. Hatta en mini minileri de var. Kuş üzümü mü ne adıda. Böyle uzayıp gidiyor. Sonra işte bu anılar David Lebovitz vesilesiyle bilinçaltının bir yerlerinden süzüle süzüle su yüzüne çıkıyor. Deniz kıyısında sessiz sakin bir denize bakarken hani denizin dibinde kocaman bir hava kabarcığı çıkar ya hani onun gibi bi şey oldu.
Açıkçası bu tarifi uygulayalı biraz da değiştireli herhalde 6-7 ay filan oldu. İlk yaptığında da aslında lezzetli olmuştu ama yine de acaba onun yerine bunu, bunun yerine şunu diye diye arada işlerin yoğunluğu filan girince uzayıp gitti. Bir de her aklıma geldiğinde bir bayram öncesi yazısı olarak şahane olur deyip bayram öncesine erteleyip. Sonra bayram sabahı kahvaltısında aklıma gelmeye devam etti. Eh bu aralar bi bayram vardır heralde deyip başladım, açıkçası ne bahramı olursa olsun dedim artık hıristiyanlarım bayramı mı olur yoksa musevilerin mi kimin olursa. E malum kurban bayramına 1,5 ay filan var şimdi onun için yazdım dersem biraz erken olur ama onun içinde olur, ondan sonraki her bayrama da olur... Farketmez yani... Hem bana her gün bayram diyince zamanla daha da iyi olu veriyor...

İÇİNDEKİLER 180 g kaymak, 160 g bal, 200 g toz şeker, 1/2 çay kaşığı tuz, 1/2 çay kaşığı vanilya ekstreti.
NASIL YAPTIM İlk mesele bu işte, şeker ve balı eritip karameli elde edebilmek. Karamelle ilgili David Lebovitz'in sitesinde bir hayli yazı var onlardan faydalanılabilir. Toz şeker ve balı derince bir tencereye koyup yavaş yavaş pişirmeye basladığımda önce şekerin kenarlardan şeffaflaşmaya başladığını gördüm. O zaman biraz ocağın altını kıstım. Çünkü daha önce başarısız denemelerimde erimenin ani bir sıçrama yapabildiğini gördüm. Arada ısıya dayanıklı bir spatulayla karıştırarak yavaş yavaş tüm şekerin eridiğine emin olana kadar pişirmeye devam ettim. Şekerin tamamının eridiğine emin olmak için arada spatulanın ucuyla bir başka kaba aldığım erimiş şeker-bal karışımına baktım. Diğer yandan kaymak, tereyağı ve neskafe (filtre ya da türk kahvesi de olur hatta kakao bile denenebilir) karışımını pişirdim. Bu karışımı düşük ısıda pişmeye devam eden şeker-bal karışımına ekledim. Bu ekleme sırasında köpüklenme oldu, taşmaması için karıştırmaya başladım. Yarlaşık 1 saatlik bir pişirme daha yaptım arada yoğunlaşıp yoğunlaşmadığını kontrol ettim. Daha sonra da dikdörtgen bir kek kalıbınının içine pişirme kağıdı serip kalıba şekeri döktüm. 1-2 saat kadar soğuduktan sonra kalıptan çıkardım. Fazla yağını kağıt havluyla alıp biraz da kağıt havluda bekletip ufak parçalara böldüm. Sonra da pişirme kağıdından yaptığım minik paketlerine sardım.
Bir defasında kahveli yapmadığım bir versiyonu kalıba dökmeden önce kalıbın dibine ceviz koydum o da cevizli karamel şekeri versiyonu olmuş oldu...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

AYRAN ÇORBASI

Aslında bloğun amacı belirsiz bir tarihte açılacak lokantanın mönüsünü oluşturmaktı ama bir baktım ki bu lokantadan çok pastane kıvamına girmeye başladı. Açıkçası buna da pek itirazım yok. Gönül bu, bi o geçiyor içinden bi bu. Ama yine de tatlı, kek, kurabiyeye bi ara vermekte fayda var. Bi çorba daha eklemek fena olmaz dedim.
Yine daha çok çocukluğumun o güzel yaz günlerinden kalma bir yiyecek. Ama büyüklüğümün yaz günleri fena geçiyor anlamı da çıkmamalı bundan, onlarda fena değil yani. Hem bu yaz yeme-içme tariflerinin -en azından bu yaz için- son tarifi de olacak sanırım. Açıkçası çocukluğum 3 farklı şehirde geçmiş olsa bile ben hep yazın İstanbul'da geçen kısmını hatırlıyorum nedense. Heralde okulun, soğuğun ne bileyim belki de rutinin olmadığı günler diyedir belki. İşte çoğunlukla o günlerde yediğimiz buzlu bir çorba ayran çorbası. Bi de arada çocukluk nostaljisi olsun diye anneme yaptırdığımız bir çorba.
Aslında basit gibi görünen bir çorba ama işin içine buğday ve nohut gibi kuru bakliyat girince birden yapım süresi 7-8 saata uzayan da bir çorba. Şöyle bir şey yapılabilir nohut yemeği yapılırken haşlanmış nohuttan bi kenara konursa bi de aşure yapılırken de haşlanmış buğdaydan bi parça bi kenara konursa bu iş çok kolay olur. Bi kenara derken tabii ki deepfreze konursa demek istiyorum. Bir de daha teknolojik çözümler var ama bi tek nohut için; yani konserve nohut. Sanırım buğday için öyle bir seçenek yok. Sonuç olarak böyle bir yedekleme bu çorbanın üretim süresini 10 dakikaya düşürüverir.
Birde şöyle bir şey var; bu çorbanın sıcağıda olurmuş. Valla bence olmaz -yani olsa bile benim bünyem kaldırmaz- bu çorba soğuk soğuk, hatta buzlu buzlu yazın yapılır ve içilir hem karnımız doyar hem serinleriz.İÇİNDEKİLER 1 bardak kuru nohut, 1 bardak dövme (buğday yani), 250 g yoğurt, 1 çay kaşığı kuru nane.
NASIL YAPTIM
Nohutu ve dövmeyi akşamdan ayrı kablarda ıslatım. Ertesi gün yine ayrı kablarda sade suda haşladım. Yoğurdu biraz sulandırdım -1/2 bardak gibi su kattım ama daha yoğun ya da daha sulu da olabilir- dövmeyi ekledim. Dövmeyi eklerken tencerenin için azcıkta haşlama suyundan kalmıştı onu ekleyiverdim -vitamindir dedim:) Nohutu da ekledim sonra dolapta soğuttuktan sonra üzerine de kuru nane serpiştirdim. Hemen yemek istenirse buzdolabında soğutmak yerine her kaseye 2-3 tane buz atıpta içilebilir.

22 Ağustos 2010 Pazar

KURU MEYVELİ KURABİYE

Bir aralar kurabiye meselesi pek kafamı meşgul etmişti. Bir hayli deneme-yanılmadan sonra ve daha çok yanılma oldu aslında anladımki; kurabiye denen canım arkadaşım bol katı yağla yapılır. Zeytinyağ filan koyup çok da sağlıklı bir şey yapmak pek mümkün değilmiş. Şöyleki klasik kurabiye tariflerine bakarsanız 120 g tereyağ ve 170-180 g filan un koyduğunuz zaman bu işin yüzde sekseni olmuş oluyor. Sonra karbonat, belki yumurta, vanilya, çikolata, fındık filan işte istediğiniz kurabiye elinizde. Bu formüllerde temel malzeme katı yağ olduğu için onu çıkartıp yerine başka bir şey koyduğunuzda ya olmuyor ya da pek bi şey benzemiyor. Genel durum bu ama ben genellikle yoğunlukla ilgili değişimler yapılınca en azından hamur olarak benzer bir hamur elde edileceğini düşünüyorum. Tereyağ yerine yaklaşık yoğunluğa sahip meyve ya da sebze gibi mesela. Tabii o zaman da bazı sorunlar çıkıyor, istediğiniz sertlikte bir kurabiye elde edememek gibi mesela ya da görünüşü aynı olmakla beraber tadının çok farklı olması gibi ya da keserken yada parçalara ayırırken bin parçaya ayrılmak gibi...
Bu yeni tarifte aslında anlattığım klasik kurabiye yaklaşımının tamamen dışında temel malzeme olarak kuru meyvelerden oluşan bir kurabiye yaptım. Vegan tariflere devam niteliğinde bir tarif bu. Kuru meyvelerin iki işlevi var biri hamuru birarada tutan ana malzeme olmaları ikincisi ise kurabiyeyi tatlı yapabilmek. Şeker ve tereyağ dışındaki tüm malzemeler aynı kalıyor ama besin değerine bakıldığı zaman özellikle hayvansal proteini sıfıra indirdiğim için daha sağlıklı bir kurabiye ortaya çıkıyor. Tabii ki burada asıl mesele sağlıklı bir kurabiyeden çok lezzetli bir kurabiye olduğu için besin değerleri pek düşük olmuyor özellikle karbonhidrat bakımından oldukça zengin bir kurabiye oluyor. Un, pirinç sütü ve meyveler kurabiyeyi bir karbonhidrat bombasına dönüştürüyor ama hayvansal var mı, yok. Yani öyle lüp lüp götürülüp de kilo aldırmayacak bir kurabiye değil ama lezzetli...

İÇİNDEKİLER 150 g kuru kayısı, 150 g kuru incir, 150 g kuru hurma, 100 g yulaf ezmesi, 100 g pirinç sütü, 250 g tam buğday unu, 1 çay kaşığı kabartma tozu, 1/4 çay kaşığı deniz tuzu, 1 çay kaşığı tarçın.

NASIL YAPTIM Önce fırını 170 dereceye ısıttım. Sonra 50 g kadar süt koyup kuru inciri de ekleyip blendırda karıştırdım ardından tekrar 50 g süt ve çekirdeklerini çıkardığım hurmaları blendırda karıştırdım. Kuru kayısıların en yumuşaklarını 3-4 parçaya bölerek bu karışıma kalan sütle birlikte ekledim, tüm kuru meyveler iyice parçalana kadar blendırı çalıştırdım. Bu karışımı başka bir kaba koyduktan sonra yulaf ezmesini ekledim. Bir başka kapta eleyerek iyice karıştırdığım un, kabartma tozu, tuz ve tarçını da ekleyip hafif yapışkan bir hamur elde ettim. Düz bir yüzeye un serpip bu hamuru onun üzerinde ellerimle yaklaşık yarım santim olana kadar açtım. Açma işlemi sırasında hamurun ellerime yapışmasını önlemek için ellerimi sık sıkı unladım. Hamurun üzerine un dökmek hamuru daha sertleştireceği için hanurun ellerime yapışmasını önlemek için genişçe bir kaba koyduğum unada ellerimi unladım. Daha sonra metal bir kalıpla kurabiyeleri kesip (bu hamurdan 8 cm çapında 22 tane kurabiye çıktı) 1-2 cm mesafeyle fırın tepsisine yerleştirdim. 25 dakika pişirdim. Yarım saat kadar fırın ızgarasının üzerinde soğuttum.

12 Ağustos 2010 Perşembe

ERİK ŞURUBU

Geçenlerde bir arkadaşım "Şerbet ve Hoşaf" diye bir kitap tutuşturdu elime. Aslında hoşafla, kompostoyla pek işim olmaz ama yazın serinletici bir şeyler yaparım hep. Yeşil çayla bir şeyler karıştırırım şeftali, elma filan buzla beraber hem antioksidan hem serinletici fena da olmaz. Bazende vişne suyu, soda ve buz şahane bir serinletici olur. Arkadaşım kitabı bana verirken "valla okurken hoşaf içmiş, şerbet içmiş gibi oluyorum" dedi. Ben de çok öyle bir etki yapmadı ama annemin kalan vişne reçeli sularından yaptığı vişne şerbetlerini aklıma getirdi bir de tabii ki hemen bir şeyler yapayım dedirtti. Yani kitabın farklı bünyelere farklı etkileri var. El altında olsa fena olmaz bir kitap. El altında olmasa dünyanın sonu gelmez tabii ki ama hani bişi yapmasa bile insan en azından güzel çocukluk hatıralarına bir cila çeker. Ama mutlaka bir gün bir tane de olsa şöyle kolayından şerbet hoşaf filan yaptırır insana bu kitap.

Geçen yıl Iraklı bir tanıdığımız bir parça demirhindi vermişti. Ekşi macunumsu bir şey. Ben bununla bir şey yaparım nasıl olsa diye buzdolabının en alt rafında en dipte bekleyip duruyordu. Ufak bir parça olduğu ve bir daha elime geçmeyebilir diye bir şey yapmaya cesaret edemiyordum. Kitap elime geçince anladım ki bugünü bekliyormuşum. Sayfaları çevirince baktım orada evet o gün bu gün hemen yapıverdim. Bana göre hem de bütün tatlı şeyleri seven bana göre fazla tatlı geldi. Ama damak tadı işte belki de başkasına iyi gelecektir. Ya da biri şerbet bu birader tabii ki tatlı olacak da diye bilir. Ama bir daha ki sefer şekeri dörtte bir filan azaltacağım herhalde. 

Erik şerbetine gelince bu kitaptan yola çıkıp nasıl erik şerbetine geldim, üstelik şekersiz bir erik şerbetine hatırlamıyorum aslında. Ama şeker olmadan organik tatlı şeyler peşinde olduğum için bir süredir her halde kitap onu, o arayış kitabı tetikleyip erik şerbetine gelmişimdir. Şerbet kitabı okuyup şerbet yapmak tabii ki doğal ama diğer yandan da bol şekerli bir dünyadan da şekersiz bir dünya ya geçtim diyebilirim. Neyse sonuçta tatlı bir şey çıktı ortaya. Ama az tatlı, az da buruk, çok da serinletici.

Yaptığım şerbet biraz yoğun olduğu için 4/1 oranında su ve bir iki parça buzla çok iyi gidiyor. Bir de sodalı versiyonu var yani su yerine soda bana daha ferahlatıcı geliyor. Ama önce soda ve buz sonra şerbet böylece şerbet köpürmemiş olsun. Bir de unutmadan bu aynı zamanda vegan bir içecekte olmuş oldu. Çünkü şeker yok. Kristal toz şekerlerin üretiminin bir aşamasında hayvan kemikleri devreye girdiği için o da vegan bir yiyecek maddesi olamıyor. Galiba yavaş yavaş da olsa vegan yiyecek içecek listem olacak bu gidişle...



İÇİNDEKİLER 1 kg kırmızı İtalyan eriği (mürdüm eriği de olabilir), 150 gr kuru besni üzümü (tatlı ve kuru başka tür bir üzüm de olabilir), 1,5 kg su.

NASIL YAPTIM Tüm malzemeyi bir tencereye koyarak erikler iyice dağılıncaya kadar kaynattım. Önce hızlı sonra ağır ateşte tabii ki. Soğuduktan sonra buzdalobında 1 gün beklettim. Bana böyle yapınca meyvelerin tadları daha bir brirne giriyor biraz fermante oluyor gibi geliyor. Aynı hamuru iyice yoğurup özleşmesi gibi. Daha sonra bir süzgeçten kaşık yardımıyla süzdüm. Süzerken saf bir su elde etmektense içerken ağıza minik erik parçaları gelsin diye meyveleri eze eze süzdüm. Buzdolabında tadını 1 hafta kaybetmeden kalabiliyor. Yoğun şerbet sevenler için hiç su katılmadan içilebilir ama 4/1 oranında su katınca daha akıcı bir şerbet oluyor. Biraz vişne şerbeti gibi yani.

6 Ağustos 2010 Cuma

KARA YEMİŞ REÇELİ

Bu Kara Yemiş'le tanışalı pek fazla olmadı. Karadenizlilerin pek sevdiği bir yaban meyvesiymiş. Ne yalan söyliyeyim yediğimde pek de sevmedim. Ama faydalı bir arkadaşmış kendisi. Ama muhtemelen yaş haliyle yenince. Taflan, Karamış gibi adları ya da söyleniş şekilleri de varmış. Bir de internet sitesi var, oldukça bilgi içeriyor. Şeker hastalığının tedavisin, kanserin, bağırsak sorunlarının tedavisinde kullanılabiliyormuş. 

Ben de bu aralar organik ürünlere kafayı taktığım için. Ahanda organik deyip ben bunla bi şeyler yapayım dedim. Tatlı seven bir insan ne yapar: reçel... Tabii bu organik meselesi öyle ahanda bu dağda bayır da illaki oganiktir şeklinde olmuyor aslında. Onay süreci oldukça meşakkatli. Benim bu organik Kara Yemiş kaynağım ağbimin Beykoz civarlarındaki arsasındaki kendiliğinden yetişmiş ağaç. Dediğim gibi böyle olunca olmuyor ama bana kalırsa organik. Kaldıki meyve organik olsa bile şeker organik olmayınca doğal olarak reçelde organik olmuyor ama reçel reçeldir. Şekerin organikliği meselesi zaten karışık. Kimi diyor ki; yok birader bu şekerlerin hiç bir, organik değil, sadece pahalı. Kimi de şekerler zaten organik sadece pancar, şeker kamışı organik yetiştirilince bu iş hallolur takmayın kafanıza. Yani işin içine organik girince hem fiyatlar yükseliyor hem de ortalık toz duman oluyor. 

Organik reçelin derdi şeker ya, şöyle bir çözüm var aslında: üzümü kaynatıp biraz suyunu buharlaştırıp onunla reçeli yapmak. Tabi burda şöyle bir dert ortaya çıkıyor. Zaten kaynatılmış üzüm suyunu Kara Yemişle birlikte tekrar kaynatınca pekmezimsi bir tad oluşuyor. Fakat Kara Yemişin tadını pekmez tadı biraz bastırıyor. Yani bir nevi pekmezli Kara Yemiş reçeli. Az bir miktarla denenebilir değişik bir tad.

Bir akşam ağbimle onun bahçesine gittik ben de dalından kopardım sepete koydum sonra da reçel yaptım. İlk defa dalından kopardığım bir meyveden reçel yapınca daha bir hoşuma gitti, keşke tüm meyveleri böyle yapabilsem... En olgunları koyu kırmızı olanlarıymış, ama o kadar koyu olmayanları da koparmışım yanlışlıkla olsun dedim ziyan olacağına onlarda reçel olsun. Arada kaynadılar. Bir de tam geri dönüşüm sağlıyayım dedim çekirdeklerini sakladım, nerede toprak görsem serpiştiriyorum. Maksat yeşillik olsun... Ya tutarsa bi de... 




İÇİNDEKİLER 1 kg Kara Yemiş, 1 kg şeker ya da 1 kg kaynamış üzüm suyu(Üzüm suyunu şöyle elde ettim: 4 kg tatlı üzümü yıkayıp ayıkladım. İyice yumuşayıncaya kadar kaynattım. Süzgeçten geçirdim. Bu üzüm suyunu yaklaşık 2 saat kadar ağır ağır kaynattım, suyunu azda olsa buharlaştırdım. Bu arada olabildiğince üste çıkan posasını kaşıkla aldım.), 4 bardak su (üzüm suyu kullandığımda su miktarını yarıya indirdim).

NASIL YAPTIM Tüm malzemeyi bir tencereye koyarak önce hızlı. Kara Yemiş diğer meyveler gibi  şekerle etkileşime girip suyunu salan bir meyve değil, onun için şeker döküp bekletmeye gerek yok. Kaynamaya başlayınca da kısık ateşte pişirdim. Reçeli Kara Yemişler pişene kadar pişirdim. Bir de derin dondurucu da tuttuğum bir çerez tabağına 1-2 kaşık reçel koyup onu buzdolabında 10-15 dakika bekletim suyunun yoğunluğunu kontrol ettim. Çok yoğun olmayan bir reçel. Fazla Pişirmemek gerekiyor. Eğer çok pişerse Kara yemiş tadı kaybolabilir.

3 Ağustos 2010 Salı

BEŞİKTAŞ'TA VEGAN BİR VAHA: LOVING HUT

İki hafta kadar oluyor, Timur "Beşiktaş'ta  hamam sokağında bi yer var yolun düştüğünde bir uğra" demişti. Hikaye böyle başlıyor ve klişe sözlerle devam ediyor (en güzelinden ama... minnacık, şirin filan...) ama daha iyi bir tanım bulamamamdan öte gerçek böyle. Gerçekten de Beşiktaş çarşısından iki adım ötede şirin bir vaha. Aslında Beşiktaş çarşısı güzeldir sevimlidir filan ama bir de kalabalık ve itiş kakıştır. İstanbul'da yaşayanlar bilir eh işte İstanbul'un her yeri biraz itiş kakıştır, biraz dışarı çıktın mı insan bi oh çeker. Gerçi bu karmaşa alışkanlık yaptığından 10-15 günde özlüyor insan. Beşiktaş çarşısı bir yandan da biraz eskiliği ile galiba az kalmış semy çarşılarından biri. Benim aklıma Kadıköy, Üsküdar, Beyoğlu'ndaki balıkçılar çarşısı filan deyince bir elin parmaklarından fazla yer gelmiyor. Yani Beşiktaş çarşıya da fazla laf söylememek lazım ne me lazım bi de "Beşiktaş Çarşı" var:)

Her neyse işte bu çarşının içinde belki azıcık kıyısında çok şeker bir yer var: Loving Hut İstanbul. Aslında bu vaha olma durumu için üç nedenim var. Birincisi kalabalık ve itiş kakıştan uzak sakin bir sokakta olması. Sanki bu ara sokakta aniden herşey yavaşlıyor belki yavaşlamaktan  çok munisleşiyor, şeker gibi bi şey oluyor. Herhalde herkesin çokça kullanmadığı bir sokak olmasından. İkincisi retoranın önüne geldiğinizde çevrede olmadığı kadar çok yeşillikle karşılaşıyorsunuz. Binalar, arabalar insanlar kalabalık derken... Birden bire yemyeşil bir restoran... Tamam acık küçük bi yer ama olsun. Üçüncüsü de vegan olması, hem lezzetli, hem sağlıklı yani. Bu biraz reklam cümlesi oldu ama gerçekten öyle. Benim genel kanım "sadece bitkisel olan çok lezzetli olamaz"dı. Ama bu restoranda yediğim hamburger sebzeden yapılmış en lezzetli hamburger. Ben çok gezip tozan biri değilim ama İstanbul içinde vejeteryan 3-5 restorana gitmişliğim yemeklerini tatmışlığım var. Genel olarak bu restoranlarda sebzeler kızartılır ve formları değişir ama burada evet pişiriliyor ama lezzetleri harika oluyor. Galiba yemeklere bizlerin pek de bilmediği vegan mutfağına ait bir kaç farklı malzeme de eklenmesini etkisi de var. Birde o kadar çok da pişirilmiyor sanırım.

Bunlara ek olarak bir de restoranın sahibesi var: Gizem. Çok cana yakın, samimi ve galiba da vegan olmasından mıdır nedir insana bu kız hiç bir şeye kızmaz sinirlenmez, her şeye güler yüzle bakarmış gibi geliyor. Yani iki laf etseniz yeter. İlk gittiğimde bana "siz de vegan mısınız?" diye sordu "yok değilim ama çoğunlukla bitkisel beslenirim dedim" o da "olsun o da iyi" dedi. O zaman kafamdan şöyle bi vegan olsam mı? diye geçiverdi valla. Neyse biraz daha düşüneyim ben:) Bir de çok hoş bir masa yapmış Gizem "yabani semiz otlu masa". Belki arılar kuşlar filan tohumlarını taşır ve çevreye az da olsa yayılır diyor. Kimbilir belki de önümüzdeki aylarda Beşiktaş'ın orasında burasında yabani semiz otları görürüz.



Bir de Loving Hut'ın konsepti var tabii. Ondan da azcık bahsetmek gerekiyor. Vejeteryan olun! Yeşil olun! Ve gezegeni kurtarın! Bunu mönülerinin erkasındaki yazıdan aldım. Çok hoş ve keyifli bir tanım yazıları var. Bir alıntı daha, "Loving Hut tüm canlıların birbirleriyle ve gezegenimizle barış, sevgi ve uyum içinde yaşayabileceği vizyonuyla yaratılmıştır". Artık bir uğradığınızda hem havasını solur hem yemeklerini tadına bakar hem de bu hoş yazıyı okuma fırsatı bulursunuz.

BU restoranın bir diğer önemli özelliği de ucuz olması. Şöyle ki bir öğlen yemeğini rahatlıkla 8,5 TL'ye çıkara biliyorsunuz. Yemek fiyatlarının en yükseği 5,5 TL. ve diyelim ki en pahalı içeceğide içtiniz o da 3 TL, yani 8,5 TL'ye öğle yemeğinizi çıkardınız işte. Birde porsiyonlar gerçekten doyurmak için yapılıyor ve doyuyorsunuz da.

Bi gitmek lazım.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

SEBZELİ KURABİYE (VEGAN)

Oh işte, güzel güzel yağlar, yumurtalar filan yaşayayıp gidiyorduk. Mis gibi yani kolesterol filan hikaye zaten o bir yalanmış... Gel keyfim gel yani. Günlerden bir gün bir arkadaşımın tavsiyesiyle Beşiktaş'ta bir vegan restorana gittim. Yani bütün dünyam yıkıldı diyemesem de bir kısmı yıkıldı. Evet vegan yemekler yani hayvansal hiç bir şey olmayan bu yiyecekler hakkaten nefismiş. O kadar... Üstelik yedikten sonra hiç bir yan etkide yapmadı. Yani doymamak gibi ne bileyim ağza alınamayacak başka şeylerde var ağazdan çıkan mesela mide filanı feşmekanı. Süper bi iş yani Beşiktaş'ta acıkınca gidilecek nefis bir vaha (ki bu lafa da restoranla ilgili yazımın başlığı olacak zaten). He bi de restoranın yeri ve adı... Efenim adı "LOVING HUT" aslında kendileri uluslararası bir restoran ama tavrı minik sıcak bi restoran ve ucuz  bi restoran yani 7,50 TL'ye insan doyuyor... Üstelik bayaa doyuyor, ama diyelim daha denirse maksimum 12,50 TL'ye doyuyor insan. Üstelik İstanbul restoranının sahibi Simge'den bi de güler yüz hediye:) Yeri de Beşiktaş'tan Fulya'ya giden caddedeki hamamın sokağına girince bir 100 metre sonra sağda ya da Ihlamurdere Cd. Şair Veysi Sk. No:4/B.

Loving Hut durumu bu. Gizem'le konuşurken birden gaza gelip daha önce yaptığım sebzeli kurabiyeyi vegan yapayım dedim. Yumurta yok, yağ yok, süt yok, krema yok... Nasıl olacak bu şimdi derken soya ya da pirinç sütü kullanabilirsin deyince hemen koştura koştura markete. Soya alerji yapabilir dedim pirinç sütü aldım. Pirinç sütü yerine belki de etikette yazdığı gibi pirinç içeceği demek gerek ama aynı süt, lezzetli de. İçindekiler bakınca şöyle diyor; su, pirinç (% 12), ayçiçek yağı, deniz tuzu, vitaminler, kalsiyum, kıvam artırıcılar filan. Madem ineklerin sütünü zorla almak istemiyoruz o zaman sütte biraz zahmetli olacak artık.

Benim soya deneyimim sanırım bol GDO'lu olduğu için doktorla sonuçlanmıştı ama organikleri meğer bi şey yapmazmışşş. Süt tamam; yani krema ve yumurta yerine süt, eh tereyağ yerinede zeytinyağ, unda tam tam buğday unu. Ama gerçekten vegan kurabiye daha güzel oldu, yeminle diyorum:)






İÇİNDEKİLER 1 kabak, 1/2 demet dereotu, 1/2 demet taze soğan, 1 kırmızı biber, 4+2 yemek kaşığı zeytinyağı, 150 g pirinç sütü (ya da bitkisel başka bir süt), 250g tam buğday unu, 1/2 tatlı kaşığı kabartma tozu, 1 çay kaşığı deniz tuzu. 

NASIL YAPTIM Tüm sebzeleri ufak ufak doğrayıp 2 kaşık zeytinyağ ile suyunu çekene kadar hızlı bir şekilde kavurdum (böylelikle pişerken sularını salmadılar), soğuması için bir kenara ayırdım.  4 kaşık zeytinyağını sütle iyice çırptım bu karışıma soğumuş olan sebzeleri karıştırdım. En son bir başka kapta eleyip iyice karıştırdığım kuru malzemeleri spatula yardımıyla bu karışıma ekleyerek hamur yapımını bitirdim . Hafif yapışkan bir hamur elde ettim. Fırın tepsisine  dondurma kaşığıyla hamuru aralıklı olarak yerleştirdim. Bu hamurdan yaklaşık 12 top çıkıyor. 170 dereceye ayarladığım fırında 30 dakika pişirdim. Bi yarım saatte ızgara tellerinde dinlendirince işlem tamam oldu:)

20 Temmuz 2010 Salı

BALKON DOMATESLERİ 1

Yazının başlığında "1" var çünkü ben aceleciyim... Aslında bu yazı 1 ay sonra domatesler olunca yazılacaktı ama işte bi giriş olsun dedim:)

Bu domateste pek şahaneymiş acaba bunu bir organik ev tarımı denemesi yapsam mı dedim bi gün. Tam böyle değil ama işte... Benzer... Şöyle bir şey yapılabiliyor, domatesin çekirdekleri kurutulup bir sonraki senenin nisan ayında filan ekilip filizlenince de fideler ayrılıp bir birinden şöyle bir 50-60 cm mesafede ekilebiliyor. Ben şöyle yaptım elimdeki domatesin çekirdeklerini suyuyla birlikte bulduğum ilk saksıya akıttım ki o da yılbaşı çiçeği saksısına denk geldi. Bu vesileylede domateslerin süt anneside yılbaşı çiçeği olmuş oldu. Aradan sanırım 1-2 hafta geçmişti ki domateslerin çekirdekleri yeşerip ayaklanmaya başladı. Bunun üzerinden de bir 10 gün geçince domatesleri süt analarından ayırıp yeni ve daha büyük bir saksıya aldım. Burada yapılması gereken bir şey  vardı o da en sağlıklısını o saksıya almak ama ben hepsine kıyamadım 3 tanesini saksıya ektim. Eh dedim bunlardan heralde biri domates verir ama yinede saksı boşa gitmesin deyip bi de diplerine maydanoz tohumları attım... Onlarda büyüyor...

Şimdi boyları 40 cm (biraz önce ölçtüm:) oldu, sıra çiçek vermelerinde. Sonrada domatesler gelsin. Tabi o zaman kırmızı domatesli bir yazı da şart olacak.

Fotoğraflara ilişkin küçük bi açıklama: İstanbul'da hazır yağmur yağmışken dedim ben de domateslere ve yılbaşı çiçeğine yağmur yağdırayım. Elime aldım su spreyini, her zaman ekmek hamurunu nemlendirecek değil ya arada da fotoğrafa yardımcı olsun. Böylece de yağmuru da görmüş oldu benim domatesler.







19 Temmuz 2010 Pazartesi

MUZLU CEVİZLİ ÇAVDAR KURABİYESİ

Hani şöyle hikayeler vardırya doğrudan doğruya yemekten gına gelen adem oğlu ya da kızı onunla (neyse o artık) başka birşey yapmaya kalktı ama o bambaşka bir şey oldu. Evet üç aşşa beş yukarı durum bu üstelik benim elimde 2 şey vardı. Üstelik organiktiler... Da da dammmmm... Fazla dramatize edip geyiğin dibine vurmadan söyliyim, organik çavdar unu ve organik muz. Doğal olarak unu çok fazla yedim ve sıkıldım diyemeyeceğim öyle pek sık yenilebilecek bir şey değil... Un işte. Muza gelince eh onun durumu biraz öyle... Organiği değil ama, diğerinden bu aralar pek sık yedik ve bir değişiklik yapalım dedim. Kurabiye olsun oda dedim. Gerçi bir de aklımda dondurma var ama kısmet diyelim. Açıkçası dondurmadan çok hem yapması kolay hem de kalorisi az diye "galeto" yapmayı planlıyorum. Yani dondurmanın İtalyancası:) Her ne kadar dondurmanın İtalyancası olsa da bir çok yerde bir tür olarak kabul görmüş sanırım.

Neyse kurabiyeye dönelim şimdi. Bir de organik meselesi var tabii onu es geçmemek gerekir. Benim de bir aralar tanımladığım gibi genellikle yamru yumru tam olmamış ve pahalı olan şeyler organik olmuyor... Anladığım kadarıyla oldukça meşakkatli bir onay sürecinden sonra organik sertifikasını elinize alabiliyorsunuz. Bunlada bitmiyor bir de denetimler cartlar curtlar var. Velhasılı kelam organik malzeme alırken sertifika sormak gerekiyor yoksa sadece daha pahalı, hormonlu ve bol kimyasallı ürünler edinebilirsiniz o kadar. Bu ürünlere ulaşabilmenin de en kolay yolu "Ekolojik Pazarlar". Ben Bomonti'dekine bir de Göztepe Özgürlük Parkı'ndakine gittim ikisi de iyi ama Bomonti hem ürün zenginliği hem de altyapı olarak daha iyi. Alt yapı derken, pazarı gezerken başınıza güneş geçmiyor yani... 

Gelelim tarifin organikliğine, valla malzemelerin yarısı organik yarısı değil yani balın, tereyağın yumurtanın (ben organik kullandım, marketlerde var) cevizin, eh işte tuzunda organiği var ama kabartma tozunun ki biraz zor gibi ama yinede bir araştırılabilir. İşte tarif demeden önce son bir not bu kurabiye yumuşacık bir kurabiyeler...

İÇİNDEKİLER 50 g tereyağ, 100 g bal, 1 yumurta, 200 g muz, 2 yemek kaşığı vanilya özütü, 100 g ceviz, 200 g çavdar unu, 1/2 yemek kaşığı kabartma tozu, 1/8 çay kaşığı tuz.

NASIL YAPTIM Kuru malzemeleri (un, kabartma tozu ve tuz) eleyip iyice karıştırıp bir kenara ayırdım. Tereyağını iyice çırpıp krema kıvamına getirdikten sonra bal ekledim (her yeni malzemeyi karışıma yedirene kadar çırpıyorum), yumurtayı ekledim sonra da vanilyayı ekledim. Bu karışıma ufak ufak doğradığım muzları ekleyip yine iyice çırptım ardından ufalanmış cevizleri ekledim. En son da kuru malzemeleri ekleyip iyice karıştırıp kek hamurundan biraz daha yoğun bir hamur elde ettim. Bu hamuru folyoya sarıp 5-6 cm çapında bir rulo yapıp 3-4 saat dondurdum. Buzluktan çıkartıp 0,5 cm kalınlığında parçalar kesip fırın tepsisine aralarında 3-4 cm mesafe kalacak şekilde yerleştirdim ve daha önceden 160 dereceye getirdiğim fırında 20 dakika pişirdim. En son olarak da ızgara üzerinde 30 dakika dinlendirdim

4 Temmuz 2010 Pazar

KUKU SİBZAMİNİ (İRAN YEMEĞİ)

Yani, patatesli (sibzamini) yumurtalı İran yemeği. Elbette başka patatesli yumurtalı İran yemekleri vardır ama bize Cevat bunu yaptı. Daha öncede bir pilav yemeği yazmıştım Zelişli Pilav. Gerçi orda bir telaffuz, anlama, çeviri hataları silsilesi neticesinde Zereşd yerine Zeliş diyip ona da bir güzel hikaye de yazmıştım. Açıkçası hikaye de hoşuma gidince dokunmamıştım ama itiraf ediyorum o yemeğin adı Zereşdli Pilav... 

Bu yemekte bir ilk yapıp kendi yapmadığım bir yemeği yazacağım. Ama kısaca Cevat'tan bahsetmem gerekiyor, çünkü çok sevimli, çok cana yakın, çok enteresan bir kardeşim o benim. Cevat ilk önce Fatma ile İsfahan'da tanışıyor. Fatma pek bi gezenti olduğu için hop orda hop burda elinde fotograf makinesi gezip durur. İsfahan'da fotograf çekmek için koştururken Cevat karşısına çıkıyor ama ne çıkmak. Fatma'nın arkadaşlarıyla Türkçe konuştuğunu duyunca karşısına dikili veriyor. Size rehberlik yapayım benimle Türkçe konuşun diyor, tabi Fatma'nın vakti az güneş bu durduğu yerde durmuyor. Fotografçıların dediği gibi ışığı da kaçırmamak gerekiyor tam ne yapsam etsem derken Cevat diyorki "Ben Türkçe konuşmayı çok seviyorum". Valla bu değişik bir durm diyor Fatma yani "ben Türkleri seviyorum" demiyor "Türkçe konuşmayı" diyor. Yani İran'da insanların çoğu Türkleri seviyorum diyor zaten, bu değişik bir durum. Fatma'nın vakti olmadığından O'na mail adresini veriyor. Böylece de dostluk başlıyor uzun süre mailleşerek sonra da yüz yüze. Cevat hayatımıza böyle girdi işte.




Bu bizim Cevat Türkçe konuşmakla kalmıyor aynı zamanda bağlama da çalıyor. Üstelik türkü de söylüyor. Gerçi Mahsun Kırmızıgül hayranı olduğu için onun gibi söylüyor bütün türküleri. Mahsun hayranı olmasında tabii ki bir mahsur yok ama düşününce hafif bozuk Türkçe'siyle Mahsun gibi türkü söyliyen bir İranlı en azından değişik oluyor. Bizim Cevat İran'da spor öğretmenliği yapıyor aynı zamanda da profesyonel bisikletçi. Bunların hepsini birleştirince bir de üstüne sevimli ve sevgili dolu olmasını da ekleyince müthiş bir şey çıkıyor işte. Yani bizim Cevat...

Gelelim yemek meselesine; dediğim gibi bu yemeği Cevat yaptı. Cevat'a göre "çok güzel ve sağlıklı" ama içindeki malzemelerden anlaşılacağı gibi karbonhidrat ve protein bombası:) Aslında sağlıklı ama önce 1-2 saat -hem de en azından- spor yapmakta fayda var ya da ertesi gün. Cevat bu yemeği "çoğunlukla ben yapıyorum" dediğine göre kesin sporcu yemeği ama İran usulü. Ya da İran usulü bir yemek ama biraz bomba, her neyse öyle bir şey işte. 

Bu tarifin fotoğrafları hem biraz farklı ham de bolca oldu. Malum yemek yapan yiyen yemeğe sulanan pek fazlaydı. Bir de GORBİ'ler vardı tabii yani kediler. Azcık Farsça laf edelim dimi hazır yemek İran yemeğiyken...

Şimdiden herkese "NOUŞE CAN" yani Farsça afiyet olsun.




İÇİNDEKİLER Patates, mantar, havuç, yumurta, sebze kurusu (İran'dan gelen bir karışım, paketlerde satılıyor Türkiye'de olmayabilir ama içinde, pıras, maydanoz ve çemenotu kurusu var), zerdeçal, tuz, zeytinyağı ve ayçiçek yağı.

TARİF Valla miktarlar konusunda bilgi sızdıramadım:) Sanırım göz kararı yapılabilecek bir yemek. Patatesler kalınca rendelenip tuz ve zerdeçalla iyice karıştırılıyor. Bu karışım ayçiçek yağında kavruluyor. Bu arada mantarlar iyice temizlenip soyuluyor (valla elma soyar gibi soydu Cevat...) ince ince dilimlenip zeytinyağında kızartılıyor. Patatesleri genişçe bir tencerenin dibine bastıra bastıra yayılıyor üstüde kızartılmış mantarlarla süsleniyor. Yumurtalarla (sanırım 5-6 tane) kuru sebzeler çırpılıp bütün malzemenin üstünü örtecek şekilde tencere dökülüyor. Yumurtalar pişene kadar bu haliyle yemek pişiriliyor. Bu arada ince ince havuçlar rendeleniyor. Yumurtalarda pişince havuçla üstü süsleniyor. Yemek biraz daha pişiriliyor ardından genişçe bir kapak yardımıyla yemek ters yüz ediliyor. Alt taraf üste geldikten sonra o tarafta havuçla süsleniyor. Biraz daha pişiriliyor, sonra da dilimlenip servis ediliyor. Alt üst etmek biraz zahmetli bi durum ama yöntem bu... Bu arada pişirme sırasında tencerenin kapağı hep kapalı oluyor.

1 Temmuz 2010 Perşembe

MARİNE IZGARA TAVUK

Bu yaz vakti ızgara, et, tavuk... Yaaa havada çok sıcak... Sonra bu kilolar ne olacak... Ama protein lazım onun için tavuk göğsü olsun, balık olsun protein almak lazım. Hazır almışkende şöyle biraz neşelisinden, hafif denişik bir şey olsun dedim. 

Aylar önce yabancı bir siteden yabancı adı olan bir marine ve sos tarifi bulmuştum. Tarifi çevirip hemen yapmıştım.  Notları durmasına rağmen notlar arasında ne yazıkki ne sitenin adı ne sosun adı yok. Yani yazmamışım. Hata bende. Ama diğer yandan sos ve marine işlerinden pek anlamama rağmen yapması yemesi pek keyifli bir tarif olduğu için bu gün tekrar yaptım hazır yapmışken fotoğraflarını da çektim. 

Marine tarifinin değişik yönü elma suyu. Ama doğru düzgün sulu elma bulamayınca elmasız oldu:) Belki konserve elma suyu denenebilir. Ama benim bu bol katışıklı bol katkılı konservelerle başım pek hoş değil. Mazallah alerjilerim azabiliyor:) Biraz ekşi bir tavuk oldu ama hani yaz mevsimi filan biraz da ferahlatıcı gibi geldi bana. Yani bu iştede bi keyfekederlik oldu. Elma bulamayınca limonu biraz daha artırdım. Böylelikle kıvam orijinal tarife yaklaşmış oldu. Bir de sos meselesi var tabii ki, onu işte hiç yapmadım. Sosu geçen sefer marinenin yanı sıra yapmıştım eh değişik bir lezzet olmuştu. Onunda malzemelerini de yazıcam.  

Diğer yandan evde ızgara işi biraz çetrefil bir iştir. Bir yandan çok güzel markaların çok şık ürünleri vardır... Bakınca sanki dünyanın en iyi ızgarasını yapacak sanırsınız ve birkaç 100 TL'yi de gözden çıkarırsınız. Sonrası biraz fos çıkar, temizlemesi bir dert, mutfakta çok yer kaplarlar, işte bir sürü hikaye. Ben bir 10 yıldır filan (3-5 marka denedikten sonra) hani şu dandik tel ızgaralar varya hani kıvrım kıvrım rezitansları olan... Basbaya teneke işte, onları kullanıyorum ve şöyle 3-5 santimlik etleri çok güzel pişiriyor. Valla 25-30 TL veriyorum 1-2 yıl da dayanıyor, hani zorlasam 3-4 yıla bile çıkar ömrü ama rezitansların oraları filan temizlemek gerekiyor, değmez diyip yolculuyorum. İşte bu tavuğu o dandik ızgara pişirdi pek de nefis oldu.



MARİNE 1 cup elma suyu, 1 cup su, 1 yemek kaşığı tuz, 2-3 diş sarmısak, 1 yemek kaşığı bal, 1/2 yemek kaşığı esmer şeker, 1/2 yemek kaşığı soya sosu, 1/2 yemek kaşığı limon suyu (elma suyu kullanılmadığında 2 yemek kaşığı olacak), deniz tuzu ve tane karabiber.

TAVUK 1-2 tane 250-300 g inceltilmemiş tavuk göğsü.

NASIL YAPTIM Deniz tuzu ve karabiber dışındaki tüm malzemeleri karıştırıp marine sosunu yaptım. Marinenin içindeki sarmısağı dövüp marinenin her tarafına dağılmasını sağladım. Şeker ve bal erisin diye de biraz karıştırdım. Tavuk parçasını marineye iyice bulaştırdım ve marineyi derince bir kaba koydum tavuk parçasınıda içine. Kabın üzerini streç filmle kaplayıp buzdolabında 3-4 saat beklettim. Marineden çıkardığım tavuk parçasını doğrudan ızgaraya koydum. Biraz deniz tuzu birazda karabiber serptim. Tavuğun her iki tarafınıda iyice pişirdim. İyicenin aslında bir ölçüsü yok ama hafif yanmalı diyebiliriz.

SOS 2 cup mayonez, 1 cup sirke, 1/2 cup elma suyu, 2 çay kaşığı turp rendesi, 2 çay kaşığı karabiber, 2 çay kaşığı limon suyu, 1 çay kaşığı deniz tuzu, 1/2 çay kaşığı toz kırmızı biber.

EV YAPIMI TOZ KIRMIZI BİBER

Evde yapmak için aslında pek zahmetli ve maliyetine de bakarsanız hiçde gerekli olmayan bir iş bu ama çok keyifli. Başka şeylerle uğraşırkende şöyle bir şey oluyor aslında üç, beş belki on birbirinden farklı malzemeyi karıştırıp, belki bekletip, fırınlayıp bambaşka bir şey üretebilirsiniz. Ama bunların hepsi pek alışıldık şeyler olduğu için sonunda "vay be ne acayip bi şey oldu" demeye bilirsiniz. Gerçi ben yapıyorum böyle şeyler mesela hamuru yoğurup şöyle bir avucumun içine yerleştirip "anam benim sen ne güzel şeysin" dediğim oluyor hatta Güler'e de onaylatmak istiyorum o da"hı hı hı hı" diyip süper bi onay veriyor. Ya da bir yemek yaptıktan sonra yemeden önce şöyle bakıp "ne renkli  ne cıvıl cıvl bişeysin sen" diyebilirim. Hatta "seninle fotoraf çekinebilir miyiz" bile diye bilirim... Her neyse durumum bu yapacak bi şey yok işte:)

Kırmızı biber hikayesine gelecek olursak, aslında onlar bi zamanlar yeşildi, sonra kırmızı ve ben her ne kadar istemesemde sonunda turuncu oldular. Şöyle ki bu yeşil biberleri -yani şimdi turuncu toz olandan bahsediyorum- ben salatada filan kullanmak için aldım. Ama ilk yeme denememden sonra burnumdan ve ağzımdan alevler fışkırınca "ben bunları yemiyim" dedim. Bu arkadaşları buzdolabına geri gönderdim. Aradan herhalde 8-10 gün geçtiğinde aniden onları kalınca bir iğneyle ipe dizme kararı aldım. Çünkü bu iş böyle yapılır diye düşündüm en azından kurur kırmızı olurlar bende pul biber filan yaparım. Neyse ben bu arkadaşları balkona bi güzel astım, hakikatende 10-15 gün içinde kıpkırmızı oldular. "Vay be ne müthiş bi şey" dedim, yeşildi kırmızı oldular demek oluyor bu iş. Baktım iyice kurudular bende onları artık blendırdan filan geçirip kullanıma sokayım derken Güler "nayn Daaaavut onlar tozlu yıka onları" dedi. Eh napalım bende yıkadım, bu sefer de içerde kuruttum ama tam kurumadı, baktım bir kaçı çürümeye başladı ben de onları 1-2 dakikacık fırınladım. İşte turuncu o zaman oldular. Bence sormak lazım "çok temizlik renkleri soldurur mu?" ve cevabı evet galiba. Sonra da bir kahve öğütme makinasında, az bir tuzla öğüttüm. Pul değil toz biber oldular. Ama olsun ben pozitif bir insanım ondanda memnunum. Yaşasın turuncu toz biber! Ama sanılmasın ki bu biber 10-15 gün güneşte kaldı sonra yıkandı, sonra fırınlandı acısı azaldı, efenim yok ööle bi şey acı aynı acı. Ama en azından kullanım miktarını azaltıp uzuun bir süre kullanılabilecek bir hal aldı. Türk ve dünya mutfağına hediyemdir...

 

Ama ben bunları okuyamam diyenler için işte tarif.

İÇİNDEKİLER Acı yeşil biber ve deniz tuzu.

NASIL YAPTIM Biberleri ipe dizdim 10-15 gün kuruttum ardından yıkayıp 1-2 dakika fırınladım. Az miktarfa deniz tuzuyla birlikte kahve makinasında toz olana kadar öğüttüm.

Not: Fırınlama kısmı atlanabilir, yani yıkadıktan sonra tozsuz bir ortamda 1-2 gün daha kurutulur ya da bana bi şey olmaz o kadarcık tozla denebilir. Belki de daha kırmızı toz kırmızı biber olur...